31 Aralık 2012 Pazartesi

Türk müziğinde ekstracılık

Selamlar

      Bu yazı çok fazla öznel bilgi/görüş içerecek, kusura bakmayın artık. Bugün 1 Ocak, yeni yılın ilk günü. Yılbaşı dönemi , ekstranın tavan yaptığı, müzisyenlerin kapış kapış gittiği, planları bir ay öncesinden belli olan bir zaman dilimidir. (Ekstra: Piyasa müzisyenleri dilinde, düzenli olmayan genelde öncesinde söz verilen, ya da bi anda çıkan "çalma"lar) 

       Benim müzik geçmişimde ilk topluluğa girdiğimde gördüğüm bi durum üstüne, toplulukta "kız" sazende yoktu, hemen daha 2005 yılında "kızları" toplayıp grup kurmak sanırım gidişatı belirleyen en önemli olay olmuştur. O günden sonra ekipler, kişiler, mekanlar değişse de bizim "kız grubu" olayı acayip tutulan bir şey oldu. Nedeninden emin değilim, hadi biraz daha muhafazakar/mütedeyyin kesimin kadınlarının kınalarda, ya da özel eğlencelerde erkek müzisyen istememesini anlıyorum, açılıyorlar, oynuyorlar filan. Ama neden her kesimde bir "yaaaa ne güzel altın kızlar gibiii" havası var? Pozitif ayrımcılık mı?Aklıma gelen en mantıklı fikir, kadın estetiğinen sahnede de faydalanmak, sonuçta that's show business man!!! Emin değilim gerçekten bu konudan, ama tabi çok ekmeğini yedik bunun desem yalan olmaz. Bazen öyle işler oluyor ki, yaptığımız müzik için mi çağrılıyoruz sadece kadın olduğumuz için mi, bilemiyorum.

         İlk kadın grubu ekstramız, benim de ilk gerçek ekstra deneyimim 2008 yılında Cepa'da ramazanda 20 gün çalmamızdı. sahnede 4 kişi, türk müziği yapıyoraduk 2 saat kadar. Alışveriş merkezi olduğu için, kimseyi eğlendirme derdimiz yoktu. Yine de baya ciddiye alıyorduk, iki ayrı takım kıyafetimiz vardı, özel diktirmiştk filan. Benim acayip hevesli olduğum bi seneydi, bana tiyatro gibi geliyodu, Cepanın içinde saten elbiselerle kaftanlarla, topuklularla terliklerle yürüyen kızlar!

Resim 1 : Cepa 2008 - Üsküdar'a Gider iken

        Cepa'dan sonra piyasada bir açık olduğunu fark etmiştik, Ankara'da kadın grubu yoktu! Hala ekstraları sırf para için mi, yoksa eğlendiğim için mi kabul ettiğimi bilmiyorum. Ama o gazla, hadi atılalım ya, biz mi yapamıycaz diye başladık. Ve bir kaç uğraştan sonra yapamayacağımızı anladık. Ben de ilk defa sanırım 2009'da "eğlence müziği" kavramıyla karşılaştım. Daha önce anlattığım gibi, bizim ortamlarımızda babamla bizim yaptığımız müzikle insanlar eğleniyorlardı. Ama gerçek dünya öyle değilmiş. Çok uzun süre kabul etmek istemesem de, insanlar müziği sadece oyun amacı olarak görüyorlar. İster çok lüks mekanlarda olsun, ister küçük lokallerde, insanlar müzik dinlemiyorlar, sadece oynamalık ritim arıyorlar. Ben ve benim arkadaşlarım da, bunu yapamıyorduk, "incesaz" müzik aletlerinin davul zurnaya evrilmeye çalışmasına çok sinirlendim. 2009-2011 arası çeşitli mekanlarda, kısa süreli işler yapıyorduk, kınalar, eğlenceler filan. Ama ne biz memnunduk durumdan ne müşteri. Temel sorun sanırım ritimci, kadın darbukacı bulmak bir mesele, neden olduğunu az çok tahmin edersiniz, sonra evrilen kısımdan benzetilen klarnetçi bulmak imkansız filan. Ben de öyle 45 dakika oyun havası çalabilecek bir kanuncu değilim.

      İşte 2011de bu eğlence sektörünün bize göre olmadığını anlayıp çekildik kenara. Bunda müzikle birlikte mekan sahiplerinin ve organizatörlerin de büyük payı var. Yeri gelmişken söylemem lazım, organizatörlerin hepsinden, önyargıyla, nefret ediyorum. Mekan sahiplerine de ona yakın hislerim var. Gecelik fiyattan 10 lira için pazarlık yapanları mı, çaldığımız her şeye karışanları mı, bir dediği bir dediğini tutmayanları mı, ne değişik hayatlar yaşanıyor aslında. Hele ki o organizatörler! Nası bi halkla ilişkiler yarabbim!Neyse konumuz o değil ama beni piyasadan soğutan etkenlerdi bunlar da, değinmeden geçemeyeceğim.

      Tabi bütün bunlar olurken, koro konserleri sürüyordu. Korolar dünyanın en sıkıcı müzik yapma türü olabilir. Hatta benim fikrim Türk müziğinde koro kavramı olmamalı, hele öyle beşyüz kişilik korolar. Ne müzikten, ne sözlerden bişey anlaşıyor, öyle bir kakofoni. Ama çok çeşitli eserler geçilebiliyor, insan sazını öğreniyor, hem de değişik insanlar tanıyorsun, güzel bir şey.

     Yine 2011de birileri için değil de, kendim için, kendim istediğim şekilde, arkadaşlarımla, kendi ortamımızda kafamıza göre müzik yapmaya başladığım yıldır. Gerçekten bundan önce öyle bir kavramım yoktu. Madem zevk alıyoruz bu müzikleri yapmaktan dedik, insanlar da dinlesin. Ama önce bizim içimize sinsin, ki sindi de. Masal grubunun temellerini belki çok önceleri atmıştık ama 2011in sonlarına doğru, ya evet oluyor gibi diyip çalışmalara hız verdik. Masal grubunun ilk konseri, Cemre 'den bir kesit bu linkte. Benim şu hayatta yaptığım müzikten mutlu olarak kazandığım ilk ve tek para da yine masal grubuyla yaptığımız Gramafon kafe dinleyisindendi, buyrun.

       Bu kendi kafamıza göre müzik yapma kavramı hoşumuza gitmiş olmalı, ki bunun yanında arkadaşlarımla olan müziksel uyumu da göz ardı edemem, gruba yeni sesler ekleyip yolumuza devam ettik. Bilmiyorum bizi mi kandırıyolar kibarlıktan ama, insanlar da beğendiler yaptığımız müziği. Kendi arkadaşlarımızdan ve ailelerimizden oluşsa da bir izleyici kitlemiz oldu ve şu konseri verdik : Masal Grubu "Hayal" Konseri 18 Ekim 2012. (Bu videoyu izlerken hala eğleniyorum, milyon defa çalmış olmamıza rağmen, ne güzel bir bestedir!) (Aslında bu dizi müziğiyle başlayan, incesaz müziği diye tanımladığım üslup da tartışılmaya değer bi konu, neyse.)

           2012 ramazanında tam da piyasadan uzak kaldım, hayatta da organizatörlere gitmem derken, bir telefonla tam 30 günlük iş bağlamış oldum. Zaten yazın ortasına denk geldiği için, benim için büyük nimetti, hem evden çıkmış olcam, hem de üstüne para verecekler. 30 gün boyunca ilahi çaldık resmen, böylece ben hiç aralıksız düzenli işin bana göre olmadığını anlamış oldum. Müzik de olsa rutin, rutindir. Bu sefer karışık bir grupla çaldık, beni ve kemençeci arkadaşımı istemelerinin sebebi sanırım mekan sahibinin tamamı erkek olan grupların çıkardığı olaylardan bıkmasıydı. Çok bilemiyorum ama söylenenlere göre, ortamda kadın olmayınca, muhabbetleri mi farklı oluyormuş, davranışları mı farklı oluyormuş neymiş. Çok mantıklı da gelmedi ama, neyse. Bu süre içinde inanılma bir ilahi repertuvarım oldu, çünkü öncesinde en faza bir kaç tane biliyordum, ve o işin de kendi içinde bir modası, bi popüler kültürü vardı. (bkz: Güllerin efendisi). Ayrıca bu ekip şimdiye kadar ekstrada çaldığım en klasik ekipti, tambur, klasik kemençe, kanun,ney ve ritmden müteşekkil bazen solistli bazen solistsiz. Klasik sazların hala sadece tasavvufa yakın alanda rahatça kabul görmesi de, kökene yönelik bir kan çekmesi midir acaba?

Resim 2 : Cumhuriyet Tesisleri - 2012




         Bu sırada benimle iletişime geçmiş, yeni kurulacak  bir kadın grubu vardı. Babam aracılığıyla ulaştılar, grupta batı tarzı çalan bir keman yan flüt ve solist vardı. Hiçbirinin sahne deneyimi yoktu. Biraz meraktan, biraz da boşluktan görüşelim dedim, aldım kanunu gittim. Gittiğimde bilmiyordum tabi acemi olduklarını, anlayınca kafamda piyasada müzik yapmaya dair ne varsa anlattım. Bizim bu şekilde bi yerlerde çalamayacağımızıi kınaların düğünlerin hayal olduğunu. Benim artık prensip olarak(!) sadece fasıl müziği yapmak istediğimi, ama şu anki durumda mümkün olmadığını anlattım. Dediğim gibi isterseniz Türk müziği ustası olun, en iyi sazende olun gecenin sonunda, bir şekilde insanları oynatmaz zorundasınız. İkna ettim gibi oldu, bir demo kayıt çektik yaklaşık 6 ay boyunca o kaydı dolaştırdılar(4-5 şarkılık hicaz eserler).

          Sonuç yok tabi ki.  Yine geldiler e bu böyle olmuyor ne yapalım diye.Mekanlar mutlaka hareketli müzik istiyorlar.  Yarı şaka yarı ciddi, bakın dedim, ya yanıma iyi bir klarnetçi bir de udi bulacaksınız, hatta o bile kurtarmaz çok sağlam bir de darbukacı bulmadıktan sonra. Bu istediğiniz ancak klavyeyle olur! Ciddiye aldılar beni, ama içim rahattı çünkü kadın klavyeci bulmak da bir darbukacı bulmak gibi bi iş! Birkaç denemeden sonra bulamayacaklarını anladılar. Bu arada Ankara'da ne kadar çok orta yaşlı Rus kadın piyanist/klavyeci olduğunu öğrendim. Ki bi tanesiyle de tanıştım, ama kadına "Ankara'nın Bağları" çaldıramadığmız için vazgeçtik! Sonra bir kaç denemeden sonra mecburen bir erkek klavyeci bulduk, ama grubumuz hala ağırlıklı olarak kadın grubuydu, pazarlamasını öyle yapıyorlar anladığım kadarıyla. Ve gerçekten grupta klavye olur oyun havası çalınca işlerimiz açıldı. Bir kere daha müzik piyasasına lanet ettim. merak edene bugünkü repertuvarımız,tabi eklemeler çıkarmalar oldu ama ne tür müzik yaptığımıza dair bir fikir olur :


                                Resim 3 : Yılbaşı ekstrası repertuvarı - Dedeman


           Bu yazıyı bu saatte kaleme almamın sebebi de bugün Dedeman'da sahneye çıkmadan önce yaşadığımız olay. Biz, bizden sonra sahneye çıkacak "Özgün"den önce insanları hareketlendirmek için koyulmuş ara türkü-45lik grubuyduk, anlaşmaya göre(45likler istenen havayı vermeyince kendi aramızda çıkardık onları gerçi de neyse). Sahneye çıkmaya 10 dakika kala organizatör geldi, "fasıl grubu insanları çok baydı, hareketlendirmeniz lazım" dedi.

        O an, bir kere daha, ilerde devlette üst düzeyde tanıdıklarım olursa Türk müziğini konserler hariç sahnelerde yasaklamaya karar verdim(Burdan bir zamanlar hedefi kültür bakanı olmak olan arkadaşa sevgiler!). Fasıl grubunun müzisyenleri amcalar yüzlerinde baya kötü bi ifadeyle çıktılar, bilmiyorum yaptıkları müzik neydi ne değildi ama, çok üzüldüm onlar için. Organizatörün söylediklerine hala kızıyorum! Fasıl grubu baymış, ne bekliyodun adamlardan acaba?İlk girişte haliyle yemek müziği olarak adamlar çalmıştır bir şeyler, dansöz mü oynatacaklardı? Fasıl kelimesinden ne bekliyorsun? Bu delirmeyle sahneye çıktık biz. Sağolsun Dedeman yönetimi bir kişinin bile geçemeyeceği sıklıkta,  yemekhane masası düzeninde masalar koymuş, bir metre olan sahnenin önünde bir metre de pist alanı kalmış. Zaten sahnede bizden sonraki ekibin malzemeleri var, oturacak yeri zor bulduk.

         Ses sistemi müzisyenlerin kabusudur. Mekanlar asla kendilerine kaliteli, düşünülerek, planlanarak alınmış ses sistemi almazlar, alsalar da başınaa kullanacak adam getirmezler, monitörler sahneye sığmaz, hoparlörler birbirini görür, mikrofonlar öter, mikrofon öttükçe monitör sesi kısılır, kimse ne çaldığını ne yanındakini duyar filan. Heh bu akşam da tabi ki öyleydi. Kendi çaldığımı da, kemanı da kemençeyi de duymadım, sadece klavye ve onun şimbilli ritmi vardı.
 

         Kitle gerçekten sıkılmıştı biz sahneye çıktığımızda o yüzden eğlendiler. Ama beni asıl eğlendiren ise o 15 punto topuklu, dekolteli, süslü püslü ablaların,teyzelerin ;  kerli ferli,kravatlı papyonlu amcaların "Ankara'nın Bağlarında" kırk yıllık oyuncu gibi oynamalarıydı. Öyle bir coşkuyla oynuyorlardı ki, bir kere daha anladım, Türk müziği piyasada yapılmaz. İnsanların istediği bu! Hangi sosyal/ekonomik/kültürel statüde olurlarsa olsunlar, o bulguru kaynatacaklar.

   
       Ankara'nın bağlarından nerelere geldim. bir seneye geçecek bu türkünün de modası, yerini muadili bir şey alacak, ama bu devran böyle sürecek. Bu arada bu kadar acıklı sözlere oynayan da bi biz varız şu dünyada, adam ben sevdim eller aldı, yürekte acı kaldı diyo, biz hala oyunda oynaştayız. Ki bunun gibi nice şarkı-türkü var, bizim millet sadece ritmine oynadığı, sözleri umursamadığından olsa gerek, fark edilmiyor.


   Bu arada Ankara'da güzel müzik yapan bir tek yer biliyorum, yani isteğe bağlı olarak ne isterseniz çalıyorlar, iyi müzik dinlemek istediğimizde gittiğimiz yer, Hotel Monec, cuma ve cumartesi akşamları. İsim vermek istemediğimden yazmıyorum, ama ekip çok çok iyi. Böyle de reklam gibi oldu ama, hangi mekanda "Leyla acep neden ses vermiyor feryadıma" çalıyorlar ki, istek olarak!



   Sonraki yazılarda buluşmak üzere, artık makyaj ve ojelerin üstüne daha çok düşeceğim galiba :)





22 Aralık 2012 Cumartesi

Besame mucho'dan Ankara'nın Bağları'na...Türk müziğinde "Ekstacılık" üzerine bir deneme- bölüm-2

Merhabalar

    (  Araya sınavların girmesiyle  yazamadım, en azından sınavım fena geçmedi bu da bi şey. Burdan her gün bloga girip niye yazmıyosun diyen sevgili takipçilerim Nevin ve Ceren'i öpüyorum! )

     Müzik maceram kanunun alınmasıyla birlikte acayip hızlandı. Eskiden sadece dinleyerek söyleyerek ve psikopat gibi şarkı sözü okuyarak geçirdiğim zamanları, kanunun başında sevdiğim şarkıları çıkarmaya çalışarak geçirmeye başlamıştım. Hatta çok sevdiğim "Endülüste raks" benim için bir hedef noktasıydı, epey uğraştığımı hatırlıyorum.

    Böyle böyle, kâh kendi nota okumamla, kâh korolarda çalmamla, kâh babamla birlikte girdiğimiz aile-dost ortamlarında yavaş yavaş eşlik edebilmeye başladım. Sanırım tek avantajım ritim duygumun olmasıydı, bugün bile ritim duygusu olmayan sazendeler bana garip gelir.

   Lise 2'den itibaren de yarı profesyonel sayılabilecek kadar korolarda çalmaya başladım. Bu da geçilmiş, öğrenilmiş yüzlerce şarkı demekti. 2004 yılında ODTÜ'ye girdiğimde bir tek saz eserini baştan sona bilmiyordum. Koroların solistlere yönelik olmasının en büyük zararı sazları geliştirmemesi sanırım. Solistlere eşlik etmeyi öğrenirsiniz ama girişteki peşrevlerin ilk hanesi ve teslimi dışında sözsüz eser çalmazsınız. Benim saz eserlerini öğrenmem ODTÜ KTMT'de oldu diyebilirim bu yüzden. Gerek hocalarla, gerek büyüklerimle, gerek Nevniyaz'la çalıştığım saz eserleri bana müziğin başka bir yönünü gösterdi. Aslında sazların kendi doğasında olan ve "enstrümental" denilen müziğin ne kadar geniş ufuklar açtığını gördüm. Hele ki geçtiğimiz ,sağ olsun hocalarımız, mevlevi ayinleri benim müziğe bakışımı değiştirdi. Muhtemelen çoğu kişi katılmayacaktır ama mevlevi ayinlerindeki müzikal zenginliği gördükten sonra sözlü eserleri -şarkıları, küçük formlu eserleri - pek dinlemez oldum. Olması gereken bu mudur, tartışılır. Yani büyük formlu eserlere geçişte şarkılar bir basamak mıdır da artık tatmin etmez olur insanı? Keza "Neva kar"ı bir dönem o kadar çok dinlemiştim ki terennümsüz eserler çok saçma geliyordu. (Çok zaman dinledim nevâ-kârı/bir terennüm ki hem geniş, hem şuh YKB) Aynı dönemlerde "Klasik" denen musikinin hepsinden üstün olduğu kanısına varmıştım. Şimdi çok daha farklı fikirlerim var ama, klasikten hala aynı tadı alırım.(Bkz : Yar olmayacak cam ı sefayı çekemez dil) . Ki topluluğun "klasik nedir?" tartışması da aynı döneme denk gelir. Vereceğim cevap sadece, klasik neydi, klasik emekti olur şu durumda.

        Yani benim haddim değil klasiği tartışmak ama klasiğe bakmadan önce Türk müziğinin tarihini bilmek lazım. Türk müziği tarihiyle ilgili kitapları okuduktan sonra tavsiye edeceğim yegane kitap Kudsi Erguner'in Ayrılık Çeşmesi kitabıdır. Kitapta beni etkileyen şey - gerçi tabi kendisi de doğru olmayabilir de- şimdiye kadar yazılan çizilen şeylerinin çoğunun temelsiz olduğunu açıkça yazmasıydı. Türk müziğinin yeni Türkiye Cumhuriyetinde hor görülmesi, eski ve yobaz sayılması ve köksüz bırakılmaya çalışılması bizim şu anda yaşadığımız Türk müziği, Türk sanat müziği, Türk halk müziği ve arabesk-fantezi müziklerin şu an böyle olmasının müsebbibi bana göre. Batı müziğinin çağdaşlık getireceğine inanan zihniyet, geleneksel müziğin saltanatı hatırlatacağından, Osmanlı'yı özleteceğinden midir nedir Türk müziğinin her dalını aşağılık görüp yasaklayıp, köklerinden ayırmaya çalışmış. Bunun sonucunda da geç sahip çıkılan, temelsiz ve canlandırılmaya çalışan bir müzik doğmuş. Bu kitabı okumayı müzikle ilgili herkese tavsiye ediyorum. Tabi ki okuduklarınızı karşılaştırarak, tartışarak ve düşünerek.

      Kültür mirasını sürdürememiş bir müzik...Arşivleri hiç de sağlam olmayan bir müziğin gelişmesi de böyle oluyor sanırım. Şu anki durumu sadece buna bağlayamayız tabi ki, yaşama şartlarımız bu kadar değiştikçe bir başka deyişle dünya globalleştikçe bir şeylerin değişmesi çok doğal. Müzik de değişen kültür ve yaşama stilleriyle değişiyor.

Bi sonraki yazımın konusu esktracılık ve güncel yaptığımız müzik...

Görüşmek üzere
















18 Aralık 2012 Salı

Besame mucho'dan Ankara'nın Bağları'na...Türk müziğinde "Ekstacılık" üzerine bir deneme- bölüm-1

Merhabalar

           Bu yazıyı yazmayı çoktandır planlıyordum, sözlüğe yazacaktım ama bir türlü toparlayıp başına oturmamıştım. Geçenlerde gittiğim bir "ekstra"da giriş parçası olarak besame mucho'dan sonra gelen istek üzerine Ankara'nın bağları çaldıktan sonra içimi  dökmem gerektiğini anladım.



Bu yazı benim müzikle ilişkim ve şu anda yaptığım müzik üstüne bir denemedir, tamamen hayal mahsulü olup, gerçek karakter ve olaylardan temel alınmamıştır.

       Çocukluğumdan beri müziğin içindeyim, babam ,  annemin karnında en çok rast makamına tepki verdiğimi anlatır bir efsane olarak. İlk hatırladığım müzik anıları babamların komşularla toplanıp evde fasıl yaparken benim koltuklarda sızmam sanırım. Sonra yavaş yavaş şarkılara eşlik edip, hadi amcalara şarkı söyle kızım devri başladı, kardeşimle birlikte her gittiğimiz ortamda dönülmez akşamın ufkundayız diye başlıyorduk ufacık yaşımızla ki sanırım ben 8, kardeşim de 6 yaşındaydı, ironik olarak vaktin ne kadar geç olduğunu filan anlatıyorduk. Gerçi aynı dönem çok güzel aboneyim abone söylemişliğim var ama, konumuz o değil.

      Babamın iş yoğunluğunun azalmasıyla birlikte gittiği "musiki dernekleri" arttı(Ha bu arada "Türkiye'de Musiki Dernekleri ve güncel Türk müziğine kattıkları" üstüne tez yazılabilir). Orta okul ikinci sınıfta ilk defa ciddi ciddi gider olmuştum, sonra lise 1de  gittiğim koroda, biraz da baba torpiliyle, ilk solo'mu almış oldum. Ne bekledim sevgiden, ne kaldı bak elimde isimli hüzzam eser, evet 15 yaşındaki kız çocuğusun, ergensin sen bu ne iş? Çocuk yaşta Türk müziğine girenlerin erkenden olgunlaşması(!) hep bu ağdalı sözlerden zaten, di mi ama? Lisede edebiyat dersinde görmeden önce aruz veznine aşina olunca böyle oluyo, osmanlıca kelimelere aşina oluyo insan bi değişik bakıyor bu şiir ve romantizm işine, neyse.

      Lise 1de mayısta o zaman yaşadığımız küçük ilçedeki müzik mağazasına bir kanun gelmiş, babam da sanırım fırsat kolluyormuş, gittik aldık hemen. Koro şefimiz kanuni idi, onunla başladık düzenli olarak derslere. Çok metodlu öğrendim sayılmaz ben kanunu, o yüzden şimdi öğrencilerime metodlu gitmeye çalışıyorum.İlk bir ayda çat pat çalmaya başlamıştım, daha önce biraz bağlama ve ud çalıyordum, nota ve ritme aşinaydım sanırım ondan hızlı ilerdim, ya da babamın her gün başımda durup saatlerce çaldırmasından da olabilir. Kanun maceram böyle başladı, evde babamla sürekli çalışıyorduk, ben sevdiğim notaları çıkarıp kendim çalıyordum, ya da kulaktan dediğimiz, notasız şekilde aklıma ne gelirse çıkarmaya çalışıyordum. Kanun sazının açık bir saz olması ilk etapta öğrenmeyi kolaylaştırıyor, muhtemelen uda ya da kemana başlasam ilk ayın sonunda sıkılıp bırakırdım bunlardan ses çıkmıyor diye. Buradan da babamın enstrüman seçmedeki başarısını anlıyorum.
     

15 Aralık 2012 Cumartesi

essence oje

Bizim zamanımızda bu kadar renkli oje yoktu aah ah diye başlıyorum efem ; ki zira öyle. Lisedeyken pasaj pasaj dolaşır mavi oje arardım, en iyi ihtimalle koyu lacivert filan bulurdum, o da dandik markaların. Neyse sonrasında teknoloji ilerleyince(!) iyice saçma sapan renkleri bile bulur oldum. Bu hususta yeri gelmişken golden rose üreticilerine selamlarımı yolluyorum, paris seriniz çok güzel çok renkli, seviyoruz!

Ama benim şu aralar gözdem "essence" markasının ojeleri. Essence Türkiye'ye yeni gelmiş bir Alman markası. Yurtdışından gelen her ürünün pahalı olduğunu düşünürsek, muhtemelen memleketinde bizim flormar muadili. Makyaj malzemelerinden bi asansörlü kalemini aldım, ki fena değil, bir de smokey eye ikili farını aldım, sanırım ben beceremedim kullanmayı, onu da sonra anlatırım, fakaaat. 

Ojeleri çok güzel bu markanın 5ml hacme sahip olmalarına rağmen 2.5 liraya satılmaları biraz pahalı ama olsun. ( bu arada oje alırken hacmine bakmayı yeni akıl ettim, misal rossmanda satılan rival de loopun ojeleri 15ml hacme 2 lira gibi bi fiyata sahip. çok enteresanmış aslında, kandırılıyor muyuz neyiz? yok canım daha hayatımda hiç oje bitirmediğime göre zaten o ojeleri fazla fazla satıyorlar) 

Aşağıda son  zamanlarda aldığım 3 Essence oje var, isimleri de çok sevimli :D 

Bu chick reloaded olan yeşil ve mor hareli gri tabanlı bi oje. Choose me ise hafif mavi tabanlı turkuaz simli, time for romance ise parlatıcı içinde bordo büyükçe simli. 
Chick reloaded yeni seri, fırçası çok değişik geldi, makyaj fıçaları gibi uça geldikçe darlaşıyor, ayrca oje yoğun baya, bilmiyorum kuruyunca/eskiyince ne olur. diğer iki oje de simli ojeler, ki simli oje sevmememe rağmen bu ikisine bayıldım. Renkleri karıştırmayı sevdiğim için böyle bir deneme yaptım. 
Burda chick reloded fırçası, tek kat ve çift kat görünümü:

Burda Choose me tek ve çift kat, ayrıca bi de Time for romance çift kat. 
Burda da alta iki kat golden rose'un temel renklerinden sarı lacivert ve üstüne Choose me. 

İşte böyle, gratis'e girince bi essence'e bakın derim, çok kapsamlı bi nude serisi var ama ben hiç sevmiyorum  bana ters yani oje varsa vardır, yoksa yoktur. Niye atar yaptım durup dururken ten rengi ojeye hiçbir fikrim yok. 



kalıcı ruj - max factor

Selamlar!

Ruj yiyen kadın taifesindenim, istediği kadar kalıcı olsun yiyorum ben onu diyorsanız buyrun. Makyaj yapmaya lisede konserler yüzünden başladım, malum sahnede ışıklar altında soluk duruyor insan. En sevdiğim makyaj malzemesi de ruj benim tartışmasız, dudaklarım ince olduğundan her rengi de sürüyorum rahat rahat, kırmızılar bordolar filan.

Neyse ruju bu kadar sevmeme rağmen tazelemeyi unutuyorum hep,yemek yedikten sonra ya da konser arasında niyeyse başka işlerim oluyor.İstediği kadar kaliteli olsun normal rujlar yemekten sonra ya tamamen siliniyo, ya da kenarlar kalarak kötü bi görüntü veriyor zamanla.  İşbu sebepten üç dört sene önce kalıcı ruj araştırmalarım başladı. Ve loreal'in ikili rujlarından aldım, hatta 3 renginden birden aldım. Hem mat hem de kalıcıydı. Sonra üretimden kaldırdılar ama. O yüzden tekrar araştırdım bu sene ve buldum. Max Factor Lipfinity serisi (ordan bi lip + infinity diye kelime oyunu da yapmışlar da neyse)  :


Kalıcı rujlar normal rujlar gibi değil, iki katmanı/etabı var bi tanesi renk veriyor, bi tanesi da sabitliyor gibi. Baştan söyleyeyim içinde paraben var, ki bence hatta petrol türevi şeyler filan da var, yoksa bu kadar kalıcı olması  mümkün değil. Ama kokmuyor, yani ben dudağımda kokulu ruj varken yemek yiyemeyen bi insanım, rahatsız etmedi kokusu. 

Önce renk vereni sürüyoruz, kurumasını bekliyoruz 1 dakika kadar sonra üstüne yumuşak balmumu gibi olanı  sürüyoruz. İndirimde görünce 2 tane almıştım ben ilk aldığım, kırmızı tonlarını sevdiğim için 110 numaralı Passionate. İkincisi de 150 numaralı Bare, şeftali-pembe arası ikisi de değil, çok doğal duran bi ton. Aşağıda sırasıyla dudağın normal hali(blank sample :p ), Bare ve Passionate. 


Kalıcılık konusuna gelirsek, özel olarak dudaklarınızı kemirmezseniz 3-4 saat kesin gidiyor, yemek yeseniz, içseniz hatta peçeteyle silseniz bile. Fiyatları normalde 40-45 arası, ben Kızılay'daki parfümerilerde %50 indirim dönemlerinde aldım, sanırım ayda bir giriyor indirime. 45 liraya değmez belki ama, 20 liraya kesinlikle değer. Günlük kullanımda da özel günlerde de rahatça kullanılabilir. 







merhabalar

Efendim merhabalar

Kendimce bir günlük, bir not defteri, bir öneri sayfası olarak başladığım bu "blog" için, bana destek olan sevgili arkadaşlarım Didar, Selen, Eda ve Nevin'e buradan teşekkürü bir borç bilirim. 

Ünlü bir şairimiz olan Mentalist Amca'nın da dediği gibi  Let the mind games begin! Yani diyor ki, Allahım sen  yüzümüzü kara çıkarma, bloglar alemine hayırlı eyle, amin!